Serkan Onur Yılmaz’ın “kuyu tipi” hapishanelere karşı ölüm orucu 350. gününü geride bıraktı

Bolu F Tipi Cezaevi’nde tutulan siyasi mahpus Serkan Onur Yılmaz’ın “kuyu tipi” olarak adlandırılan yeni yüksek güvenlikli cezaevi modeline karşı ölüm orucu 350. gününü geride bırakırken Yılmaz’ın sağlık durumu kritik seviyede.

Yılmaz, Türkiye’de son yıllarda giderek yaygınlaşan ağır tecrit uygulamalarının ve “kuyu tipi” olarak tanımlanan S, Y ve R tipi hapishanelerdeki insanlık dışı koşulların sonlandırılmasını talep ediyor. Bu, çok sayıda siyasi mahpusun ortak talebidir.

Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) tarafından Türkiye'deki “kuyu tipi” cezaevlerinin kapatılması talebiyle İstanbul'da düzenlenen basın toplantısı, 26 Mayıs 2025. [Photo: @etkinhbrajansi via X]

Sosyalist Eşitlik Partisi – Dördüncü Enternasyonal, tüm mahpusların insan onuruna ve sağlığına uygun koşullarda kalma hakkını savunmaktadır. Tecridin sistematik bir işkence biçimine dönüştüğü “kuyu tipi” hapishaneler kapatılmalı, tecrit uygulamaları son bulmalı ve tüm siyasi mahpuslar derhal serbest bırakılmalıdır.

Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği (CİSST) ve Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) raporlarında, bu hapishaneler mimari yapıları ve işleyişleriyle mahpusların toplumsal, duyusal ve psikolojik bütünlüğünü sistematik biçimde yok eden “izolasyon merkezleri” olarak tanımlanmaktadır.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Eylül 2025’te yaptığı bir açıklamada, bu hapishanelerde uygulanan uzun süreli tecridin geri dönüşü olmayan fiziksel ve psikolojik tahribatlara yol açtığını duyurmuştu.

Aynı şekilde, İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Özgürlük için Hukukçular Derneği (ÖHD) tarafından hazırlanan Ekim 2025 tarihli cezaevi raporlarında, bu hapishanelerin “beton tabut” benzeri yapısıyla güneş ışığı ve hava dolaşımı erişimini engellediği, dolayısıyla insan yaşamı için uygun olmadığı vurgulanmıştı.

ÇHD İstanbul Şubesi Hapishaneler Komisyonu ise 12 Ağustos 2025 tarihli açıklamasında Yılmaz’ın Türkiye’de en uzun süre süresiz açlık grevi yapan kişi olduğunu ve sağlık durumunun kritik aşamaya geldiğini bildirmişti. Avukat Balım İdil Deniz, Yılmaz’ın artık yürüyemediğini, ellerinde ve sırtında yaralar oluştuğunu, sinir ağrılarının arttığını belirterek, “Bu talepler karşılanabilir niteliktedir; ancak Adalet Bakanlığı sessizliğini korumaktadır,” demişti.

Milyonlarca kişinin dinlediği köklü müzik grubu Grup Yorum’un üyesi Ali Hasan Akgül, aynı basın toplantısında bu hapishanelerin koşullarını şöyle tarif etti: “23 saat hücrede, bir saat havalandırmadayız. Bu, doğayla ve dünyayla ilişkinin kesilmesi anlamına geliyor. Rüzgârı hissetmiyorsunuz; şansınız varsa güneşi bir kez görüyorsunuz.” Akgül, geçtiğimiz temmuz ayında açlık grevinin 144. gününde tahliye edilmişti.

Yılmaz, açlık grevine Antalya Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde başlarken, eyleminin 213. günde Bolu F Tipi’ne sevk edildi. Yılmaz kendisinin ve diğer mahpusların “kuyu tipi” olmayan cezaevlerine nakledilmesi talebiyle eylemini sürdürüyor.

TİHV’nin 2025 tarihli değerlendirmesi, uzun süreli açlık grevlerinin kalıcı nörolojik hasar ve organ yetmezlikleriyle sonuçlanabileceğine işaret ediyor. Bu nedenle ÇHD, Yılmaz’ın her geçen gün “geri dönülmez bir eşiğe” yaklaştığını ve taleplerin gecikmeden karşılanması gerektiğini belirtiyor.

Yılmaz’ın ölüm orucunun 350. gününe ulaşması üzerine, Türkiye ve Avrupa’daki çeşitli örgütler bir günlük dayanışma eylemi çağrısında bulundu. Tutuklu ve Hükümlü Aileleri İle Dayanışma Derneği (TAYAD) üyeleri, Kadıköy Halk Meclisi, Eylemde Birlik Duyuru İnisiyatifi ve Avrupa’daki çeşitli örgütler Yılmaz’ın taleplerinin “gecikmeksizin karşılanması gerektiğini” belirttiler.

Yunanistan Halk Cephesi yayımladığı bildiride, Türkiye’deki yüksek güvenlikli cezaevi sisteminin Avrupa’daki benzer izolasyon yapılarıyla aynı doğrultuda işlediğini belirterek, “kuyu tipi hapishaneler, yalnızca mahpusları değil, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü de hedef almaktadır” denildi. Avrupa’daki Anadolu Alevi Komitesi de yaptığı açıklamada, tecrit uygulamalarının “insan doğasının temel koşullarını ortadan kaldırdığını” belirterek Yılmaz’la dayanışma çağrısında bulundu.

Türkiye’de cezaevi sisteminde tecrit uygulamalarının kökeni, NATO destekli 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından başlatılan yapısal dönüşüme dayanıyor. Bu dönemde, siyasi mahpusların kolektif direnişini ve dayanışmasını engellemek amacıyla geleneksel koğuş sisteminden hücre esasına dayalı yeni bir mimariye geçildi.

1980’lerin sonlarında E tipi hapishanelerle başlayan bu süreç, 1990’larda H tipi cezaevleriyle derinleşmiş; 2000 yılında devreye sokulan F tipi hapishanelerle birlikte sistem, bireysel hücre izolasyonuna dayalı bir infaz rejimine dönüştürülmüştü.

800’den fazla siyasi mahpusun F tipi cezaevlerine karşı açlık grevi ve ölüm orucu eylemine karşı dönemin sosyal demokrat Demokratik Sol Partili (DSP) Başbakanı Bülent Ecevit hükümeti 19 Aralık 2000 tarihinde “Hayata Dönüş Operasyonu”nu başlattı. 20 ayrı hapishaneye yaklaşık 10 bin güvenlik görevlisiyle düzenlenen bu operasyonlarda 30 mahpus öldürülmüş, yüzlercesi yaralanmış veya ağır işkencelere maruz kalmıştı. Bu operasyon, yalnızca bir “güvenlik müdahalesi” değil, tecrit politikalarının kalıcı hale getirilmesinin önünü açan bir dönüm noktasıydı.

2002 sonrası Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetleri döneminde ise bu model genişletilerek S, Y ve R tipi hapishaneler biçiminde yeniden üretildi. Bu yapılar, F tipinde başlatılan tecridin hem mimari hem de idari açıdan daha da ağırlaştırılmış bir versiyonudur.

“Kuyu tipi” olarak adlandırılan bu yüksek güvenlikli hapishaneler, Türkiye’nin cezaevi sisteminde tecrit rejiminin kurumsallaşmasının en ileri aşamasını temsil etmektedir. Bu yapılar, mahpusların günün 23 saatini penceresiz, dar alanlarda geçirdiği; yalnızca bir saat boyunca gökyüzünü görebildiği mekânlardır.

Bu fiziksel koşullar, bilinçli bir infaz politikası sonucudur. Cezaevi mimarisi, mahpusun sosyal ilişkilerini asgariye indirerek onun insanî, bilişsel ve duygusal kapasitesini hedef almaktadır. Sürekli kamera gözetimi, mahremiyetin ortadan kaldırılması ve “ayakta sayım” gibi uygulamalar, mahpusun kendi varlığını kontrol edemediği bir gözetim düzeni yaratmaktadır.

Bu insanlık dışı uygulamalar, Türkiye’ye özgü olmaktan uzaktır ve dünya genelinde egemen sınıfların temel demokratik hakları ortadan kaldırarak diktatörlük rejimlerine yönelmesinin bir parçasıdır. “Kuyu tipi” hapishaneler, kapitalist devlet aygıtının asıl olarak işçi sınıfını hedef alan otoriterleşme eğiliminin somut ürünleridir. Devletin “güvenlik” politikası adı altında geliştirdiği bu yapı, siyasal muhalefeti ve toplumsal dayanışmayı bastırmanın idari aracına dönüşmüştür. Bu nedenle, bu hapishanelerdeki insanlık dışı uygulamalara karşı mücadele, yalnızca bir insan hakları sorunu değil, daha geniş bir sınıfsal ve siyasal sorundur.

Hapishanelerdeki mücadele, dışarıda demokratik ve sosyal haklar uğruna verilen mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu hakların güvence altına alınmasının tek yolu, bu mücadelenin toplumsal tabanını oluşturan işçi sınıfının iktidarı almasından geçmektedir.

Loading